Yaşamın tatlı-sert rüzgarları
Oyunculuğu kadar, yönetmenliğiyle ve yazarlığıyla da ABD’de haklı bir şöhrete kavuşmuştu Sam Shepard. Yarattığı karakterlerin sağlamlığını, gözlemciliğine ve oyunculuğuna, onların ve karıştıkları olayların anlatımını ise yönetmenliğine borçluydu. Daha doğrusu, tüm yetenekleri birbirini tamamlıyordu.
Shepard, aynı zamanda gezgindi; kentler, insanlar ve mekanlar arasında dolaşan bir yazar-oyuncuydu. Bu yönü, farklı olay örgüleri, çeşitli karakterler ve onların toplandığı yerler kotarmasını kolaylaştırmıştı. Dolayısıyla gerçeği ve hayali zaman zaman eğip bükerek ve bazen de birbirinin yerine geçirerek metinler kaleme almıştı. Bunlardan biri de ‘Büyük Cennet Düşü’ydü.
Shepard, ‘Büyük Cennet Düşü’ndeki on yedi öyküyle okuru bir yolculuğa çıkarırken yaşamın kıyılarındaki insanlarla tanıştırıyor ve yine hayatın en keskin yanlarını görmeye çağırıyor.
HAYATIN BASİT GERÇEKLİĞİ
Yaşamı bir yola, haşin dalgalara ve zaptedilmesi güç atlara benzeten Shepard; korkuya, kaygıya, mutsuzluğa ve umuda dair hikayeler kaleme almış ‘Büyük Cennet Düşü’nde. Güçlü ve hızlı hamleleriyle insanları dört bir yana savuran yaşamın, kişide uyandırdığı kapana kısılmışlık hissine yoğunlaşmış. Hatta bunu fark eden bir karaktere şunu söyletmiş: “At da insan gibidir. Sınırını bilmesi gerekir. Onu bildikten sonra da mutlu olur.”
Hiçliğin içinden yaşam ve umut çıkarmaya çalışanlar dikiliyor karşımıza öykülerde; hayatın en yalın ve sert halini duyumsayanların ayakta kalma çabasını ve mücadelesini anlatıyor Shepard. Büyük buluşma ve ayrılıklar, gürültü ve sessizlikler ise bu anlatımın merkezinde. Yer yön kaybı ve karanlık tüneller de…
Bir şeyleri değiştirmeyi ümit edenler ve bunun beyhudeliğinin farkına varanlar ise her an her yerde.
Hatırlamanın ağırlığını ve unutmanın acısını da anlatan Shepard, en çok da yaşanmışlıkların kişilerin benliğinde bıraktığı izlere odaklanırken devamlı bir yolda olma haliyle sarıp sarmaladığı okuru, kâh bir sığır çiftliğine kâh karavanıyla sağda solda konaklayanların yanına götürüyor. Bazen de tedirginlikle yaşayan ve artık durmak gerektiğini düşünenlerin yanı başına: “Avrupa’ya veya okyanusun öbür tarafına falan hiç gitmedim ama o zaman hiçbir yere ait değilmişim gibi hissettim. O hissi hiç sevmedim. Eşimle kafeye döndüğümüzde çok rahatlamıştık. Aslında artık evde kalmayı tercih ederim. Artık dolanıp durmaya gerek yok. Daha görülecek davamız kalmadı. Sanki birisi sonumuzu belirlemiş.”
Yoldaki karakterlerden birinin gözüne ilişen “Hayat, siz başka şeyler için plan yaparken başınıza gelenlerdir” yazısı, Shepard’ın anlatmak istediği tesadüflerin ve karşılaşmaların şaşırtıcılığının bir yansıması. Daha doğrusu bir örneği; yaşamanın basit gerçekliğini hatırlattığı bir anı betimlediği satırlar.
CENTİLMENLİK ÇAĞININ SONU
Shepard, elinde bir kamerayla çekim yapar gibi yol alıyor, hem hareket halindeyken hem de mola verdiği anlarda gözünü insanlara ve yaşamlara çeviriyor. Hiçliğin ortasında kalanları, yalnızlıktan ve sessizlikten çıldırma raddesine gelenleri, hırsızlığa meyledenleri, bir başına olanları ve kalabalıkta kaybolanları gösteriyor bize. Yalnızca göstermekle yetinmiyor, onlara dair hikâyeler anlatıyor ve hepsini duruma uygun mekânlara yerleştiriyor. Bazen de yerleştirmiyor; sokaklarda aylaklık edenleri ve hiçbir şey aramadan öylece dolananları getiriyor karşımıza.
Shepard’ın bizi götürdüğü hemen her noktada bir telaş ve tekinsizlik var. Oralarda kahramanlığa soyunanlar ve kahramanlığın söz konusu olmadığını düşünenlerin yanı sıra kimin önce hasta yatağından kalkacağına dair gurur yarışına girişen ve centilmenler çağının kapandığını bilen iki yaşlı adam da beliriyor: “İkisi de kendileri için ‘şans’ kavramının yıllar boyunca nasıl değiştiğinin sözsüz bir biçimde farkındaydı. Bunun artık para, başarı, sağlık veya herhangi şekilde gelecekle bağlantısı yoktu. Asıl fark buydu. Artık ‘şans’, şu anda olan bir şeydi. O anı sürdürmekti. Hatta kutlamaktı. Burada bu kırmızı masada, sırtlarını dökme cama dayayıp Kolorado Nehri’ni ve yoğun Mojave sıcağını arkalarına almak. Klimadan esen soğuk melteme maruz kalmak ve Faye’in bakışlarının üzerlerine düşmesiyle gülümsemesi, o gülümseyiş, elinde not defteri ve kalemiyle siparişlerini almaya hazır bir biçimde onlara doğru yönelmesi. Bunlar, bulunabilecek en nadir şanslardandı. Bu, onların yaşında süregelen bir dostluğa, gerçek bir partnerliğe sahip olmanın, ara sıra önünden geçtikleri Palm Springs yakınlarındaki o camdan ‘evlerden’ birinde yalnızlığın korkunç, lanet mahkumiyetine teslim olmamanın şansıydı. İkisinin de bu şanslı durumun değişeceğinden korkmak için bir sebebi yoktu. İkisinin de hayatlarında bu günlük rutinlerden, günlerle gecelerin çok fazla konuşmadan paylaşıldığı bu karmaşıklıktan uzak, oturmuş anlaşmadan ve Faye’in kaleminin ucunu yalayıp iç çekmesi gibi en küçük detaylardan dahi tatmin duymaktan daha büyük bir beklentisi yoktu.”
Shepard, ‘Büyük Cennet Düşü’nde boşluğa düşenlerin, hiçlikte debelenenlerin, yaşam labirentinde sıkışanların, kalanların gidenlerin ve onların ardından bakanların, zamana yenilmemek için uğraşanların ve bunun mümkün olmadığını bilenlerin hikayesini anlatırken okuru farklı hayatlara, mekanlara ve hatıralara doğru yolculuğa çıkarıyor. Başka bir deyişle yaşamın tatlı-sert rüzgarına katıyor hepimizi.